Dede Korkut Hikayeleri
DEDE KORKUT HİKÂYELERİ
Kitabın asıl adı “Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisan-ı Taife-i Oğuzan” dır. Anlamı Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı’dır. Kitap on iki destansı hikaye ve bir mukaddimeden oluşmuştur.
Hikayeler Kuzeydoğu Anadolu dolaylarındaki Müslüman Oğuzların hayatını anlatır. Fakat destanlar İslamiyet öncesi dönemden de izler taşımaktadır. Bu yüzden destanların oluşmasının daha erken evrelerde olduğu tahmin edilmektedir. Kitapta, Salur Kazan ve Bayındır Han gibi kahramanların, mekanın ve zamanın ortak oluşuyla ve her hikayede Dede Kokut’un ortaya çıkışıyla on iki hikaye birbirine bağlanır. Bugün elimizdeki iki nüshanın Akkoyunlu Devleti’nin çökmeye başladığı dönemlerde yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Nüshalardan biri tamdır ve Almanya Dresten Kitaplığı’nda bulunmaktadır. Altı hikayenin bulunduğu eksik bir nüsha ise Vatikan’dadır.
Nüshalar üzerine ilk incelemeyi Alman Türkiyatçı Fr. Von Diez Tepegöz Destanı’nı Almanca’ya çevirerek yapmıştır. Kilisli Rıfat (1916, eski yazı ile), Orhan Şaik Gökyay (1938) ve Muharrem Ergin (1958) de kitabı yurdumuzda yayınlamışlardır.
Dede Korkut’un Soyu:
Dede Korkut’un soyu hakkında kesin bir bilgi elde edilememekle birlikte, mukaddimede Bayat Boyu’ndan olduğu geçiyor. Ayrıca bazı kaynaklar Kara Hoca’nın oğlu olduğunu söylemektedir. Ebulgazi de Kayı boyundan olduğunu yazmıştır. Karmış Han’ın oğlu demiştir. Bazı rivayetler İshak Peygamberin soyundan olduğunu söyler. Bir başka rivayete göre de Hıristiyan Aziz Kirkor’dur.
Dede Korkut’un Kişiliği:
Dede Korkut’un destanların ilk anlatıcısı olduğu tahmin edilmektedir. Hikayelerde veli bir kişi olarak ortaya çıkar. Oğuzlar önemli meseleleri ona danışırlar. Keramet sahibi olduğuna inanılır. Gelecekten haberler verdiği söylenir. Ozan ve kamdır. Kopuz çalıp, hikmetli sözler söyler. Kopuzuna da kendine duyulduğu gibi saygı duyulur.Oğuzname’de, Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı ve Hz. Muhammed’e elçi olarak gönderildiği anlatılmaktadır. Oğuz Han’a vezirlik yapmış olduğu da düşünülmektedir.
Korkut kelimesinin “kork-” fiil kökünden türemiş olma ihtimalinin yanı sıra Arapça kökenli olup elçi manasına gelmesi de mümkündür. Her iki ihtimalde de “Korkut” kelimesinin bir lakap, bir unvan olduğu görülmektedir. “Dede” kelimesinin ise ecdat manasında kullanıldığı tahmin edilmektedir. Fakat destanlarda daha çok halk arasında büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamında kullanılmıştır.
Dede Korkut’un gerçek ismi, hayatı, yaşadığı çağ ve coğrafyayı kesin olarak aydınlatmak eldeki kaynaklar ve rivayet ile mümkün değildir. Destanlardan çıkarılabildiği kadarıyla ise Dede Korkut’un kişiliği iki şekildedir: 1- Kutsal Kişiliği, 2- Bilge Kişiliği. Başka kaynaklarda devlet adamı kişiliğinin de bulunduğu belirtilmektedir. Dede Korkut'un çok kişilikli olarak karşımıza çıkması farklı zaman, hatta farklı mekanda yaşamış benzer şahsiyetlerin destanlarda tek isim altında toplanmış olabileceğini düşündürüyor fakat bu kişiliklerin halkın eklentisi olma ihtimali de vardır
Dede Korkut’un Kutsal Kişiliği:
Destanlarda Dede Korkut kerâmet sahibi biridir. Doğa üstü bir manevi güce sahiptir. Destanlarda şu gibi kerametleri görülmüştür;
1- Gelecekten Haber Verme: “Korkut Ata söyledi: Ahir zamanda hanlık tekrar Kayı’ya geçecek. Kimse ellerinden alamayacak, ahir zaman olup kıyamet kopuncaya kadar.” (Mukaddime)
Destanda geçen örnekte de belirtildiği gibi Dede Korkut gelecekten haberler verirdi. Bu haberleri geçmişte yaşadığı deneyimlere dayanarak söylerdi.
2- Halkın Onun Sözünü Tutması: “ Korkut Ata Oğuz kavminin müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata’ya danışmadan yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi.” (Mukaddime)
Hanlardan çobana kadar herkes onun sözüne güvenirdi, ona danışırlardı.
3- Duasının Allah Katında Kabul Olması: “… Ne derse olurdu. Gaipten haber söylerdi. Hak Taâla onun gönlüne ilham ederdi.” (Mukaddime)
“… Dede Korkut dedi: (Kılıç) Çalarsan elin kurusun dedi. Hak Taâla’nın emri ile Deli Karçar’ın eli yukarıda asılı kaldı. Zira Dede Korkut keramet sahibi idi, dileği kabul olundu.” (Kam Püre’nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanı)
Birinci örnekte geçen “Ne derse olurdu.” cümlesi hem halkın onun sözünü dinlediği hem de duasının kabul edildiği anlamındadır. İkinci örnekte de duasının kabul olduğu belirtilmiştir.
Dede Korkut’taki bu kerametlerin iki kaynaktan gelmiş olabileceği düşünülmektedir;
1- İslam Tasavvufu
2- Şamanist İnanç
Dede Korkut’un destanlarda İslam tasavvufuna uymayan davranışları bu ihtimali zayıflatıyor. Mutasavvıflardaki kamil insan olma hedefi, çile çekme, dergah… gibi unsurlar Dede Korkut’ta görülmüyor. Ermişlerinkine benzeyen olağan üstü olaylar yaşaması da yazıya geçirilene kadar uğramış olduğu değişiklikler olabilir, çünkü Türklerin İslam'ı henüz kabul ettiği ve değişim içerisinde olduğu 15-16. yy.larda yazıya geçirilmiştir.
Dede Korkut’un kutsal kişiliğinin şamanist yaşantıdan gelmiş olabileceğini kabul edebiliriz. Ozan oluşu şamanistlerin özelliğini hatırlatmaktadır. Ayrıca kerametlerini gizlememesi de kutsal kişiliğinin şaman inancından geldiğini güçlendirmektedir.
Dede Korkut’un Bilge Kişiliği:
Dede Korkut sıradan insanlardan, devlet adamlarına kadar herkesin saydığı ve danıştığı bilgedir, öğüt vericidir. Bilgeliği eğitici, öğretici ve tenkit edicidir. Onun bu kişiliği tarih ve toplum yaşantısından gelmektedir. Geçmiş alplerin başından geçen olayları anlatır ve öğüt verir.
Destanlar:
Kitapta daha önce de belirttiğimiz gibi on iki tane destan vardır. Bu destanların her biri bir boy için söylenilmiştir. Bu destanlarda boyların hanlarının başından geçen olaylar, ad koyma, canavarlarla savaşma gibi bölümler yer almaktadır.
Hikayelerin dili oldukça sadedir. 15.-16. yy.da yazıya geçirildiği halde arı bir Türkçe’ye sahiptir. Az miktarda Arapça kökenli kelime de vardır. Orhan Şaik Gökyay ve Muharrem Ergin’in Latin harfleri ile yayınladıkları kitaplar ilköğretim öğrencilerinin anlayabileceği kadar sade ve basit cümle yapısına sahiptir. Hikayeler çoğunlukla manzum ve ahenkli bir şekilde anlatılır. Manzumların bir kısmı kafiyeli olmasa da kulağa hoş gelen bir söyleyiş tarzı vardır. Kitapta yaklaşık 8.000 tane farklı sözcük ve deyim geçer. Cümleler kısa ve yalındır.
Destanların Genel İç Yapısı:
Destanlar olağan üstü olayların yoğunluğundan sıyrılmış ve günlük, sade olaylar da konu olmuştur. Destan niteliğine tüm Oğuzlar'ı etkilemesiyle ulaşmıştır. Hikayeler basit görünen olaylarla başlamış ama tüm Oğuzlar'ın etkilenmesiyle sonuçlanmıştır.
Hikayelerde dersler verilmiş, halk bilgilendirilmek istenmiştir. Destanlaşmış tarih olayları anlatılmıştır. Oğuzların dini inançları belirtilmiştir, örneğin Alpler kafirlerle savaşa gitmeden evvel arı sudan abdest alıp, iki rekat namaz kıldıkları belirtilmiştir. Halkın iktisadi durumu da anlatılmıştır. Oğuzların daha çok hayvancılıkla geçindiği neredeyse her hikayede görülmektedir. Yalnız, Oğuzlar’da üstünlük zenginlikle, mal mülkle olmaz. Oğuzlar’da üstülük yiğitlikle olur. Erkek gençlerin isim alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekir.
Yiğitlik gösteren delikanlıya Dede Korkut isim verir. Verdiği isimler genellikle delikanlının gösterdiği yiğitlikle alakalıdır. Mesala Boğaç Han’a “Boğaç” ismi boğayı boğduğu için verilmiştir. Oğuzlar işlerini kendileri yapamazsa küçük düşerler. Üstünlüklerini kaybetmemek için yardım kabul etmezler. Kazan Han’ın hikayesinde de böyle olmuş, Kazan Han çobanı, yardımını engellemek için, ağaca bağlamıştır.
Hikayelerde kadın da söz sahibidir. Kadın da hanlık edebilir. Kadın evlenirken güçlü, yiğit birini arar. Gerektiğinde kadın da savaşır fakat kadının savaşması erkeği küçük düşürür.
Destanlarda yoğunlukla ideal Oğuz Alp'inin nasıl olması gerektiği anlatılıyorsa da Alplerin başına gelen olaylardan herkese pay düşüyor. Büyüklüğün ve güçlülüğün erdem ve hünere bağlı olduğu her fırsatta belirtilmiş. Düşmana karşı savaşmak da yiğitliğin, büyüklüğün göstergesidir. Verilen dersler bu kadarla da kalmıyor. Bunların bir kısmı doğrudan devlete ve yöneticilere bir kısmı da millete verilmek istenen derslerdir
1- Devlete Verilen Öğütler: Destanlarda genel bir ilke şeklinde Oğuz birliğini devam ettirme fikri işlenmiştir. Bu birliği devam ettirebilmek için devlete ve devlet adamlarına;
- Ekonomik güce sahip olma,
- Hüner ve erdem sahibi olma,
- Buyruk olmanın gereği anlatılmıştır.
- Destanlarda vurgulanan bu unsurlar sanırız dünya döndüğü sürece devam edecektir.
Ayrıca Alplere de şöyle öğütler veriliyor;
- Ok atmada ve yay çekmede hünerli olmak
- Düşman ile savaşta üstün gelmek
- Ülkesine sahip çıkmak
- Zengin ve eli açık olmak (Aç doyurmak, yoksul donatmak‘ şeklinde geçen halka karşı merhametli ve cömert olmak)
- Soylu olmak ve soyunu küçük düşürmemek.
Halka Verilen Öğütler;
Destanlarda halka Alpler kadar yer verilmese de. hem çoban gibi kahramanlarla hem de örnek Alplerle halka da bir takım dersler verilmiş;
- Devlete sadık olmak
- Misafirperver olmak
- Dedikodu yapmamak
- Dürüst olmak
- Korkak olmamak
- Çocuğunu iyi yetiştirmek
- Üstüne düşen görevi yerine getirmek
- Eşine sadık olmak
- Ana babaya hürmet etmek ...
Bazı öğütler de var ki, pek çoğu atasözleri gibi kalıplaşmıştır;
- Ecel vakti ermeyince can çıkmaz.
- Çıkan can geri gelmez.
- Yığılı malın mülkün olsa da nasibinden fazlasını yiyemezsin.
- Kara eşek başına gem vursan katır olmaz, hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz.
Ve bunlar gibi pek çoğu doğrudan olarak mukaddimede verilmiş. Bir o kadar da hikayelerin mânzum ve secîli kısımlarında mevcuttur.
Destanlarda Yer Alan Eski Türk Gelenekleri
Ad Koyma: Oğuz Türklerinde bir gencin ad alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekiyordu. Bu yiğitliği gösterdikten sonra Dede Korkut'u çağırırlardı. Dede Korkut da dua edip gence yiğitliğiyle alakalı bir isim verirdi; "... Bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun, adını ben verdim yaşını Allah versin."
Toy etme ( Toplantı yapıp karar verme): Oğuzlar mühim konularda karar vermek için toplantı yaparlardı; Kudretli Oğuz beylerini hep çağırdılar evlerine getirdiler. Ağır misafirlik eylediler.
Düğün: Halen devam eden bir geleneğimiz olan düğünlerde ziyafet verilir şenlik yapılırdı.
Kız İsteme: Kız babasından veya abisinden istenirdi. Kız istemeğe büyük ve saygın kişiler giderdi. Dede Korkut Deli Karçar'dan kız kardeşini Bamsı Beyrek'e şöyle istemiştir; "Tanrını buyruğu ile peygamberin kavli ile aydan arı, güneşten güzel kız kardeşin Banu Çiçek'i Bamsı Beyrek'e istmeğe gelmişim."
Başlık Alma: Kız vermeye karşılık kızın ailesi başlık isterlerdi. Kitapta kız kardeşini vermek istemediği için aşırı miktarda başlık isteyen Deli Karçar anlatılmıştır. “Deli Karçar der: Dede, kız kardeşim yoluna ben ne istersem verir misin? Dede der: Verelim dedi, görelim ne istersin? Deli Karçar der: Bin erkek deve getirin dişi deve görmemiş olsun, bin de aygır getirin ki hiç kısrakla çiftleşmemiş olsun, bin de koyun görmemiş koç getirin, bin de pire getirin bana dedi. Eğer bu dediğim şeyleri getirirseniz pek ala veririm.”
Sövüş Etme: Misafir İçin Hayvan Kesme. Oğuzlar bir misafir geldiği zaman onun için bir hayvan kesip ikram ederlerdi.
Düş Yorma: Rüyalarında gördükleri garip durumları Dede Korkut'a yorumlatıp mana çıkarırlardı.
DEDE KORKUT
Büyük Türk destan bilgesi Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur.
Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır.
Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür. Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur:
(Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. O kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi...)
(Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi...)
(Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur...)
(Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi. Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi... Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi. Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi... Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi...)
Dede Korkut'un kitabında on iki destan var. Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir.
Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır.
Bamsı Beyrek Destanı'nda Bey Beyrek’in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir;
Vay al duvağımın sahibi,
Vay alnımın başımın umudu.
Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim,
Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım
Han yiğit...
Göz açıp ta gördüğüm,
Gönül ile sevdiğim,
Bir yastığa baş koyduğum
Yolunda öldüğüm, kurban olduğum
Can yiğit...
Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder.
Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır. Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır.
Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı’nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır. Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir.
KÖROĞLU DESTANI
Benden selam olsun Bolu Bey'ine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir
Köroğlu düşer mi yine şanından
Ayırır çoğunu er meydanından
Kır at köpüğünden düşman kanından
Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır
Köroğlu, ünlü bir halk hikayesi, daha doğrusu bir halk romanıdır. En az dört yüzyıldan, beri sanat susuzluğunu gidermekte, kahramanlık duygularını beslemektedir.
Yiğit ve mert bir kahraman tipi olan Köroğlu, her Türk gencinin ruhunda onun gibi karakterli olma ülküsünü, besledi. Halk şiirinin koçaklamalarında hep onun örnek alındığı görülür.
Köroğlu, bir kanun kaçağı, devlete karşı gelmiş bir dağ adamıdır.Yollar keser, kervanlar vurur. Babasının gözlerine mil çektiren zalim Bolu Beyi'nin ordularını bozar, dağıtır. Sık sık Bolu'yu basar, şehrin altını üstüne getirir.
Bu yaptıkları, örnek alınacak davranışlar değildir elbet. Ama, Köroğlu'nu haklı gösterecek yönleri vardır. Bir defa haksızlığa, zulme karşı ayaklanmıştır. Bu arada kendisi hiç bir zaman haksızlığa sapmamıştır. Onun, hikayesinin en yaygın olduğu yüzyıllar, Osmanlı Devleti de büyük iç ve dış sarsıntılar geçirmektedir. Ortalıkta, bundan yararlanan derebeyi tipleri türemiştir. Vilayetlerde valiler halkı ezmekte, çifte vergiler almakta, zulmün her çeşidini yapmaktadır.
Namuslu valiler haklı ya da haksız, devlete karşı büyük ayaklanmalar düzenlemekte, bu arada üzerlerine gönderilen ordular karşısında halk ezilmekte, canından bezmektedir. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Osmanlı tarihinde Celali diye anılan ve yurdun her yanını sarmış, küçük büyük eşkıyalar türemiştir.
Arada ne oluyorsa yine halka, köylüye olmaktadır. İşte, bu son derece korkulu ve tehlikeli ortam için de, gerçek olmasa bile, ona avuntu veren bir hayali kahraman çıkıyor. Bu, Köroğlu'dur. O'nun sevimli, şövalye varlığında halk kendini buluyor onda avuntuya
kavuşuyor. İşte, bu ruhsal yaratı nedeniyle halk onu seviyor.
Yalnız bu kadar da değil. Ayrıca, sanat isteklerini de onda buluyor halk. Gerçekten, Köroğlu'nun sanatı gerek konu olarak, gerek işleniş bakımından kusursuzdur. Konuda olaylar çok ustalıkla birbirine bağlanır, düğümlenir, heyecan artar; sonuç beklenmedik biçimde ortaya çıkar.Usta sanatçıların anlatma başarısıyla orta zaman şövalye tipinin en mükemmeli oluşur.
Yer yer ve sık sık araya türküler girer. Böylece, dinleyicinin müzik istekleri de karşılanmış olur. Türküler, kalıp ve ruh bakımından pek başarılıdır. Bunlar, asıl konuyla yakından ilgili olmakla beraber, Köroğlu'nun mert karakterini de yansıtır. Yerine göre çok içli, lirik şiirlere de rastlarız.
İşte, gerek konu, gerek estetik yönün bu kadar güçlü oluşu nedeniyle, Köroğlu hikayesi her çevrede büyük ilgi toplamış büyük ve ölmez bir eser olarak edebiyatımızda yerini almıştır. Bu bakımdan edebiyat tarihçilerinin uzun süreden beri üzerinde çalıştıkları bir konu olmuştur Köroğlu.
KÖROĞLU HİKAYESİ
Bolu beyi, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.
Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öç alacağını söyler.
Baba Qğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer. Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgar gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur .O da her türlü şövalyelik oyunlarım öğrenmiş pir babayiğittir.
Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı götür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf' un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.
Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan, da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.
Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Gelen geçeni soyar. Ünü yayılmaya başlar. Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de, bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel'de geçen kervanlardan baç alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.
Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlat edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı kaçırır, evlenirler. Aradan yıllar geçer, Bolu'yu basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na karşı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.
Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyleyerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır At da sır olmuştur. O Kır At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.
Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka söylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tüfeği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yaralanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.
Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikayesi sona erer.
KÖROĞLU'NUN KİMLİĞİ
On altıncı yüzyıllın sonlarına doğru, Kafkas'lardan Rumeli'ye kadar, ünü bütün Osmanlı ülkesine yayılan Köroğlu, bir edebiyat tarihçisine göre hem eşkıya, hem de hece vezniyle şiirler söyleyen bir halk ozanı. Osmanlı toplumunu inceleyen bir bilim adamına göre sadece bir ''Celali''. Ben Köroğlu'ndan kalanları yalnız kalanları değil, bugün yaşayıp gidenleri de halkımızdan, hikayeci halk ozanlarımızdan öğrendim. Halkımız, hikayeci halk ozanlarımız gibi yaşadım Köroğlu'nu. Bu nedenlerle de Köroğlu olayına yaklaşımım, bir edebiyat tarihçisi ya da bir bilim adamının yaklaşımından farklı oldu. Türkü metinlerinden, anlatılan hikayelerden ve bu türkülü hikayeleri dinleyen halkın davranışlarından edindiğim izlenim şu: Halkımıza göre Köroğlu, zalime başkaldıran, yaşlılara zayıflara dokunmamayı, tamahkar zenginlerle uğraşmayı, dertlilerin derdine bakmayı öğütleyen yiğit bir kişi. Bir destan kahramanı. Kavuşturan kurtaran esirgeyen Kırat motifi ile, kökleri çok daha gerilere giden bazı efsanelerle, ''Celali Köroğlu Ruşen'' ve ''Celali Kiziroğlu Mustafa Bey'' gibi bazı gerçeklerin, daha da Allah bilir nelerin, ne özlemlerin karışarak oluşturduğu bir destan. Bütün destanlarda olduğu gibi de, her şey olumlu ya da olumsuz yönde abartmalı. Halk bu Köroğlu türkülerini, Köroğlu hikayelerini dinlerken yürekleniyor. Bir kurtarıcı bulmuşçasına rahatlıyor. Düğünlerde derneklerde Köroğlu havaları, marşların gördüğü işi görüyor. Köroğlu'nun kimliğinden de, kişiliğinden de ben bu toplum olayını anlıyorum. Asıl Köroğlu gerçeği bu bence. Yunus Beyin ya da seyis Yusuf'un oğlu Ruşen Ali'nin bireysel kişiliği de, bireysel kimliği de beni ilgilendirmiyor.
Halk gibi, hikayeci halk ozanları gibi, Köroğlu'na ben de kendimi, kendi özlemlerimi katarak söyledim. Yiğit, duyarlı insan bir Köroğlu düşündüm.
KÖROĞLU
Ünlü bir destana konu olmuş bir halk kahramanıdır. Bu isimde XVI. yüzyılda yaşamış bir halk şairi de vardır. Ama tarihî kişiliği bilinemeyen, asıl Köroğlu, XVII. yüzyılda Bolu havalisinde yaşamış, sonradan ünü bütün Anadolu'ya yayılmıştır. Babası da Bolu beyi tarafından gözlerine mil çektirilerek cezalandırıldığı için Köroğlu diye tanınmıştır. Zulme karşı ayaklanarak halkın hakkını koruması, onu destansı bir kahraman haline getirir.
XVII. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde merkeze bağlı olmayan teşkilâtın iyice meydana çıktığı, buna karşılık, saraya bağlı, sadrâzama bağlı beylerin, valilerin de yer yer başlarına buyruk olarak halka zulmedebildikleri bir devirdir. İşte böyle bir devirde Bolu Beyi Süleyman Bey, kendisine bunca yıl hizmet etmiş seyislerinden birine fena halde kızarak gözlerine mil çekilmesini emretmişti. Bolu Bey'i son derece katı yürekli, zalim bir adamdı. Her ne kadar kendisini sevenler araya girdilerse de dediğinden dönmedi. Buyruğunu vaktinde yerine getirmemiş olan zavallı seyisin gözleri kör edildi ve sıska bir ata bindirilerek kaleden dışarı atıldı.
Yaralı seyis at sırtında yolda kalınca sesini çok iyi tanıyan atının kulağına eğildi ve:
– Dünya bana zindan oldu, beni köyüme götür... dedi.
Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler, sonunda seyisin köyüne vardılar. Uzaktan at sırtında yığılı babacığının geldiğini gören on beş yaşındaki oğlu, ermiş yetmiş bir insan gibi onun ıstırabını anladı, koşup attan indirdi, anasının yanına getirdi. Seyis olanları “Hal ve keyfiyet böyle böyle” diye bir bir anlattı, oğulcuğundan öcünün alınmasını vasiyet ederek oracıkta ruhunu teslim etti.
Köroğlu, on beş yaşında ata bindi. Babasına verilen kır at canlandı, sıskalığı gitti, şahbaz bir hayvan oldu. Köroğlu, atına atladığı gibi dağlara çıktı. Kılıç kuşandı. Babasının intikamını almak üzere ant içti. Yolda rastladığı bir çobanın sazını alarak terkisine asmıştı. Kime rastlasa hayvanını durdurur, sazını eline alır, tıngırdatarak Bolu Beyinin zulmünü anlatırdı.
Her yerde aradığı bu zâlim adama günün birinde rastlayacağını biliyordu. Giderek hayvanı rüzgâr kesildi. Nerede bir yolsuzluk olsa köylü Köroğlu'na haber salardı. O da gelir, ortalığı düzene kordu.
Bir gün Çamlıbel'de konaklamıştı. Bir kervancının, yolcularından bir genç adamı soyup döverek uçuruma attığını gördü. Bir kılıçta kervancının başını uçurdu. Öteki adamlar kendisine hayır dua ettiler. Uçurumdan çıkardığı genç yolcu ise:
“Hayatımı kurtardın, gayri ben senin kulun kölenim” dedi. Köroğlu onun adının Ayvaz olduğunu, kervanın da Bolu, Beyine yük götürdüğünü öğrenince Ayvaz'ı yanına aldı. Beraber yola çıktılar.
Bir Köroğlu, bir Ayvaz, etrafı kasıp kavuran, fakir köylüyü haraca kesen zâlim Bolu Bey'ini bulmaya çıktılar. Şehre yaklaştıkları sırada bir kale vardı. Sabahın bir vaktinde kale mazgallarından hazin bir şarkı duydular. Bu şarkıyla bir genç kız kendisinin Bolu Beyi'nin kızı olduğunu, babasının sırf kimseyi sevmesin diye kendisini oraya kapadığını göz yaşları içinde anlatıyordu. Köroğlu sazı eline aldı, kıza sabırlı olmasını, dönüşte kendisini kurtaracağını söyledi.
Bolu'ya vardıklarında büyük bir alana halk toplanmıştı. Şenlikler yapılıyordu. Köroğlu elbise değiştirerek pehlivanlar arasına katıldı. Bir bir hepsini alt etti. Sonunda Bolu Bey'i huzuruna çağırttı onu ve:
–Bre pehlivan, sen kimsin? Seni muhafızlarıma bey yaptım...dedi.
Köroğlu da: “İşte ben o gözlerini kör ettirdiğin seyisin oğluyum” diyerek kılıcını çaldığı gibi herkesin dehşet dolu bakışları önünde Bolu beyinin kellesini uçurdu ve halkı bir zâlimden kurtardı.
Ondan sonra hemen Ayvaz'ı gönderip kaleden Beyin kızını getirdi. Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle kendine nikâhladı. O tarihten sonra Bolu Bey'i olarak halka adaletle muamele etti.
Efsane aşklar
Aşk, delicesine bir duygu. Sevene her türlü çılgınlığı yaptırırcasına güçlü, yakarcasına da kızgın. Tutkunun zirvesine uçururcasına fırtınalı. Bittiğinde de öldürürcesine acı.
Aşk, insanları sadece sevgiyle değil bazen de nefretle birbirine bağlayan bir duygu. İnsanlık tarihi ise aşk için ızdırap çeken, her şeyini feda eden, kendini öldüren, yataklara düşüren isimlerle dolu.
Ferhat ile şirin
Demirci ustası Ferhat, aşkı Şirin uğruna dağları deldi.
Eski bir aşk masalının iki kahramanı. Türk ve İran edebiyatında çok işlenen bir konu. Ferhat ile Şirin birbirlerini çılgınca severler. Şirin soylu bir genç kız, Ferhat halktan bir delikanlı olduğu için, birbirlerine kavuşup mutluluğa ulaşamazlar. Şirin”in yakınları Ferhat"a akla gelmedik zorluklar çıkartırlar. Demir yapılı bir dağı delmesi gerektiği şartı da güçlükler arasındadır. Ferhat, zekası, teknik bilgisi, bilek gücü,aşktan aldığı kuvvetle dağı deler. Halk edebiyatımızda Ferhat, divan edebiyatımızda Hüsrev olarak geçen bu masal kahramanının deldiği dağın adı "Bisutun Dağları”dır..
Leyla ile mecnun
Konusu bir Arap efsanesinden alınmıştır. "Beni Amir kabilesinden Kays ile Leyla daha okulda iken birbirlerini severler. Leyla”nın annesi bunu duyunca kızını okuldan alır. Sevgilisini göremez olan Kays yollara düşer. Mecnun diye anılmaya baslar. Kays"ın babası, Leyla”yı ailesinden esterse de vermezler. Kays çölde vahşi hayvanlar ve kuşlarla arkadaş olur. Kızı Ibni Selam adli birine verirler. Leyla kendisini bir perinin sevdiğini, eğer evlenirlerse peri tarafından öldürüleceklerini söyleyerek adamı kandırır, onu kendinden uzak tutar. Mecnun"un inkisarıyla Ibni Selam ölür. Mecnun bütün maddi varlıklarla ilgisini kesmiş, manevi bir aşkla kendinden geçmiş halde yaşamaktadır. Çölde karşısına çıkan Leyla”yı tanımaz. Leyla”nın kendi içinde olduğunu, onunla manevi alemde birleştiğini, başka bir Leyla ile buluşmaya takati olmadığını bildirir. Leyla, döner bir müddet sonra kederinden ölür. Mecnun bunu öğrenince Leyla”nın mezarına koşar, ölmek ister, isteği tanrı tarafından kabul olunarak orada düşüp ruhunu teslim eder.
Kerem ile Aslı
Kerem ile Aslı'nın aşkları asırlardır hiç tükenmedi. Anonim halk hikayesi. XII. Yüzyılda teşekkül ettiği yorumlanan, Kerem ile Asli hikayesi anonim halk hikayelerimizin karakteristik özelliklerini taşır. Hikaye kahramanı Aşık Kerem, Aslı isimli bir Ermeni kızına aşık olur. Onu kendisinden kaçıranların ardından arkadaşı Sofu ile saz çalarak, türkü söyleyerek diyar diyar dolaşır. Büyük bir aşkın, uğrunda ne ölçüde fedakarlık yapılacak bir kuvvet olduğunu işaret eder. Zorlu macerasının sonunda, Halep"te Aslı”ya kavuşan Kerem tam onunla evlenecekken bir keşiş büyüsüne kurban gider. Bir büyü ile tutuşup yanar, kül olur. Bu külün kıvılcımı ile saçlarından tutuşarak, ayni akıbete uğrayan Asli ile ancak cennette buluşurlar...
Asuman ile Zeycan
Ayni elmadan yiyerek çocuk sahibi olan iki ana babanın biri kız, biri erkek çocukları arasındaki askı anlatan Türk halk öyküsü. Erzincan beyi Kaleli Bey ile kahyası Derviş Ahmet"in çocukları olmamaktadır. Bey ve kahyası, kılık değiştirerek geziye çıkarlar. Bir yaylada karsılaştıkları bir dervişin verdiği elmayı esleriyle birlikte yiyen babalar, çocuk sahibi olurlar. Beyin kızı, kahyanın oğlu olmuştur. Derviş, kızın adini Zeycan, oğlanın adını da Asuman koyar, onların birbirleriyle beşik kertmesi nişanlı olduklarını, büyüdükleri zaman evlendirilmelerini söyler. Çocuklar büyüyünce birbirlerini severler, ancak Zeycan"ın annesi, Kaleleli Bey"i etkileyerek iki gencin evlenmesini engeller. Asuman ve Zeycan, düşlerinde bade içerek aşıklık gücü kazanmışlar, saz çalarak deyişler söylemeye başlamışlardır. Asuman kılık değiştirerek beyin huzuruna çıkar ve ondan atışmak için aşık ister. Kaleli Bey, Asuman”ın karsısına, aşık olarak kendi kızını çıkartır. Bu atışmada kaybeden, kazananın kölesi olacaktır. İki sevgili arasındaki sazlı sözlü mücadeleyi Asuman kazanır. Ama Kaleli Bey, sözünde durmadığı gibi, Asuman”ı da öldürtmek ister. Sevgilisinin yardımıyla kaçıp kurtulan Asuman, Basra"ya gider, bir kahvede aşıklık yapmaya baslar. Aşıklıkta gösterdiği basari, Basralı aşıklarca kıskanıldığı için bir kuyuya atılan Asuman”ı, düğünde elinden bade içerek aşık olduğu derviş kurtarır, Erzincan"a getirir.
Arzu ile Kamber
Birbirlerini kardeş sanarak büyüyen iki gencin aşklarını anlatan ve 17. yüzyılda ortaya çıktığı sanılan Türk halk öyküsü. Konusu şöyledir: Bir kervan, yolda eşkıya baskınına uğrar. Baskından yalnız küçük bir erkek çocuğu sağ olarak kurtulur. Bir aile tarafından evlatlık olarak alınan çocuğa Kanber adi verilir. Bir süre sonra bu ailenin bir kız çocuğu olur, adini Arzu koyarlar. İki çocuk birbirlerini kardeş sanarak büyürler. Bir süre sonra aralarında ilgi ve yakınlık başlar. Kardeş olmadıklarını öğrenince de evlenmek isterler. Arzu"nun annesi bu evliliğe karşı çıkar ve kızını zengin bir tüccarla evlendirir. Ama adam kısa bir süre sonra ölür.Arzu ile kanber evlenmek için yeniden uğraşırlarsa da, anne engel olur. Asıklar bir rastlantı sonucu birbirlerini bulurlar. Kavuşmanın heyecanıyla ikisi de bayılır. Sürekli olarak kızını izleyen kötü yürekli anne onları gene ayırmak ister, ama gençlerin çevresi su ile kaplandığından yanlarına ulaşamaz. Az sonra iki sevgilinin göğüslerinden birer güvercin çıkarak uçar ve böylece ikisi de orada can verirler.
Afrodit ile (Venüs) çoban Anahis
Mitolojiye uzanırsak önce aşk ve güzellik ilahı Afrodit ile (Venüs) çoban Anahis'in aşkı akla geliyor. Efsaneye göre de Truvalı çobanın ve ondan sonra gelen bütün çobanların yanık kavalları, hep bu aşkı fısıldamış.
Heloise ile Abelard
Paris'te 1101 de doğan Heloise ile ondan 22 yıl önce Nantes'te dünyaya gelen Abelard'ın ilişkisi sonucunda, edebiyat tarihi en ünlü aşk mektuplarını kazandı.
Dante Alighieri ile Beatrice
1200'lü yılların başında ünlü İtalyan şairi Dante Alighieri henüz 9 yaşındayken ilk kez gördüğü Beatrice'yi ömrü boyunca sevdi. Dante onu üne kavuşturan en büyük eseri 'Commedia Divina'yı büyük aşkı için yazdı.
Şeker Ahmet Paşa ile Kaya
Padişah 4. Mehmet'in en küçük kızı, güzeller güzeli Kaya, daha gencecik bir kızken Şeker Ahmet Paşa ile evlendirildi. Hülyalarının sahibini bekleyen Kaya, karşısında gür sakallı bir ihtiyar görünce çılgına döndü ve tam yedi sene kendisini Paşa'ya teslim etmedi. Yedi sene gecikmeyle gelen birleşme Kaya'nın ruhunda fırtınalar koparttı ve kocası Şeker Ahmet Paşa'ya çılgınca aşık oldu. Kızı dünyaya geldiği zaman ise aşkı zirveye ulaştı. 27 yaşında ikinci çocuğunu doğururken ölmesiyle sona erdi ama bu müthiş aşk yıllarca dilden dile dolaştı.
Napolyon ile Josephine
Fransa İmparatoru Napolyon, henüz 27 yaşındayken kendinden beş yaş büyük olan dul Josephine'i görür görmez aşık oldu. Josephine ise eğlenceyi seven bir kadın olduğu için ülkeleri dize getiren Napolyon'u hep küçümsedi. Napolyon'un Josephine karşı duyduğu bitip tükenmeyen sevgi, karısının kusurlarını görmesine de engel oldu. Ondan boşandıktan sonra bu sevgiyi söküp atmak pek kolay olmadı ama karşısına Emilie çıkınca kalbi yine çarpmaya başladı. Üstelik bu aşk Josephine ile olduğu gibi tek değil, çift taraflıydı.
Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan
Ülkeler fatihi Kanuni Sultan Süleyman'ın gönlünü de Rus asıllı Hürrem Sultan fethetti. Hürrem Sultan'ın, Muhteşem Süleyman'a hakimiyeti, sevgili kocasının kolları ve gözyaşları arasında ölmesine kadar devam etti. Aşk mı? Onu da bir tek Kanuni hissetti.
8. Edward ile Wallis Simpson
Yıl 11 Aralık 1936; radyoların başında oturan milyonlarca kişi İngiltere Kralı 8. Edward'ın, deli gibi aşık olduğu Amerikalı Wallis Simpson ile evlenmek için tahtan indiğini heyecanlı ama kararlı bir ifadeyle duyurdu. İki kez evlenip, boşanmış bir kadınla beraber olabilmek için krallığı bırakan Edward, 20. yüzyılda aşk için tahtını bırakabileceğini gösterdi.
Albay Juan Peron ile Eva Duarte
Arjantin'in eski Devlet Başkanı Albay Juan Peron, kendinden 25 yaş küçük olan oyuncu Eva Duarte ile tanışınca hayatı değişti. Birbirlerine çılgınca aşık oldular ama Peron'un ünü ve politik başarısı bir oyuncuyla evli olduğu için çok zedelendi. Genç yaşta kansere yakalanan Eva Peron öldü ama tutkulu aşk kitaplara, filmlere hep konu oldu.
Prens Rainer ile Grace Kelly
Monako Prensi 3. Rainer gerçek bir prensti. Güzeller güzeli Grace Kelly ise gerçek bir Hollywood yıldızı. 1956'da başlayan evlilikleri 1982'de Kelly'nin bir otomobil kazasında hayata veda etmesiyle sona erdi. Eşinin ruhunun sarayın her köşesinde hissedildiğini söyleyen Prens Rainer ise bir daha evlenmedi.
Liz Taylor ile Richard Burton
Liz Taylor ve Richard Burton "Kleopatra" filminin setinde tanıştı. Birbirlerine delicesine aşık olunca eşlerinden ayrılıp evlendiler. 22 yıl boyuncu bir dargın, bir barışık yaşayan çift, 1984'te Burton'un zamansız ölümüyle ayrıldı.
Beatles John Lennon ile Yoko Ona
Efsanevi Beatles grubunun solisti John Lennon, Japon sanatçı Yoko Ona'ya aşık olup, evlenince grup dağıldı. Milyonlarca Beatles hayranı Yoko'yu "Japon Cadısı" olarak lanetledi. Bu delicesine tutku 1980'de bir fanatiğin namlusundan çıkan kurşunlara hedef olan Lennon'un ölümüyle noktalandı.
Salvador Dali ile Gala,
Salvador Dali ile tanışıp sınırsız bir aşka sürüklenen Rus ressam Gala, severek evlendiği eşiyle çocuğunu bırakıp çılgın ressama koştu. Dali ile çılgınlıklarla dolu 50 yıl geçiren Gala, bu aşktan da hiçbir zaman pişmanlık duymadı.
Nazım Hikmet
Nazım Hikmet ile Piraye'nin aşkı dillere destan oldu. Nazım hapse girince bu aşk daha da güçlendi. Büyük şair, 13 yıl süren mahpusluğun son demlerine yaklaştığı zaman bu kez Münevver Andaç'a aşık oldu. Piraye ise Nazım'a duyduğu büyük aşka rağmen aradan çekilmek zorunda kaldı.
Lelya ile Mecnun
Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla nın annesi öğrenir.
Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez.
Kays okulda Leyla yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.
Mecnun un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun u çölde bulur.
Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ yı tanımaz.
Babası Mecnûn u iyileşmesi için Kâbe ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:
"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."
Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar.
Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir. Bir zaman sonra âilesi, Leylâ yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm ı vuslatından uzak tutmayı başarır.
Mecnûn, çölde, Leylâ nın evlendiğini arkadaşı Zeyd den işitince çok üzülür. Leylâ ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn a anlatır.
Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.Bir müddet sonra Mecnûn un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner.
Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz.
Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;
"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez
Cânânsuz cihân gerekmez."
Der, kabri kucaklayarak ölür.
Bir müddet sonra Mecnûn un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki:
"Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."